BATI’NIN ORTASINDAKİ İSYANKAR TAKIM Luka Jovic, vermekte olduğu röportajın sonlarına doğru, hem muhabirin sorularını cevaplayıp, hem de önünde duran masasının üstünde dizilmiş yüzlerce kartpostalları teker teker imzalarken bu noktaya tam olarak ne zaman ve nasıl geldiğini sorgular gibi kameraya gülümsüyor. “Frankfurt’u özleyecek misin?” diye soru soran muhabire gözlerini çevirerek, “Hayatımın en güzel iki senesiydi. Nasıl bu kadar çabuk geçti, asla hatırlamıyorum.”
Kuşkusuz sadece Jovic için değil, bütün Eintracht Frankfurt taraftarı için unutulmaz bir dönem yaşandı. Belki de her şeyin habercisi 2018 Mayıs’ında FC Bayern München’a karşı oynanan ve tıpkı masallardan çıkma bir galibiyetle 3-1 kazanılan final maçıydı. En son 1988 senesinde kazanılan Almanya Kupası tam 30 sene sonra yeniden Frankfurt şehrine geri dönmüştü. RömerPlatz’da taraftarının karşısında kupayı kaldıran Eintracht, aynı zamanda Niko Kovac’ı Münih’e uğurluyordu. Kendisinin yerine görev başına gelen ve Young Boys’da harikalar yaratan Avusturyalı hoca
Adolf Hütter de Bundesliga’ya gelmenin heyecanını ve mutluluğunu yaşıyordu elbet. Peki plan neydi? Niko Kovac Frankfurt şehrine DFB kupasını getirmişti, bundan sonraki hedef ne olmalıydı?
Tarihler Aralık ayını gösterdiğinde kimse Hütter ve ekibinin çıtayı bu denli yukarıya çıkaracağını tahmin etmiyordu: Ligin ilk yarısını ilk beşte kapatan Eintracht, UEFA grup maçlarında da altıda altı yaparak (grupta Lazio ve Marsilya’nın olduğunu not etmek önemli) bir üst tura lider olarak çıkıyordu. İleri üçlü Jovic-Rebic-Haller her hafta harikalar yaratıyor, birinin atamadığı golü bir başkası, birinin yapamadığını öbürü üstleniyordu. Sadece Haller, Aralık ayının sonlarında sekiz asist, Jovic dokuz golle Lewandowski’nin hemen arkasında yer alıyordu. Savunmada Hinteregger ve Hasebe’nin önderliğinde, Da Costa ve Kostic’in muazzam koşuları ve ceza sahasına attığı toplar, Fernandes ve Rode’nin orta sahayı domine ettiği bir göbek anlayışı ve arkasına aldığı dinamo ve taraftarla her takımın potansiyel tehdit olarak gördüğü bir takım haline gelmişti.
Peki bu yeni bir şey miydi? Hayır, ama Eintracht’ın kesinlikle uzun bir uykudan uyandığını söylemek mümkün. Zira bu durum Eintracht ve camianın çok uzak olmadığı bir durumdu. 80’ler ve 90’ların Almanya futbolunu temsil eden takımlardan biri olan Eintracht Frankfurt özlediği ve aşina olduğu temposuna yeniden kavuşmuştu.
1992’de, son hafta maçına çıkan Eintracht, Hansa Rostock’u yendiği takdirde tarihinin ilk Bundesliga şampiyonluğuna kavuşacaktı. Zira işler planlandığı gibi gitmedi. O zamanlar ligin altlarında yer alan Hansa Rostock’la 2-2 berabere kaldılar ve şampiyonluğu resmen elleriyle vermiş oldular. O maçın aynı haftasında takımın yıldızı olan Andreas Möller Juventus’a transfer olunca taraftarın sert tepkisiyle karşılaştı. Yönetim, Möller’in boşluğunu Okocha ile doldurmuş ve ertesi sezon tarihe geçecek yeni bir üçlü yaratmıştı:
Anthony Yeboah,
Maurizio Gaudino ve
Jay Jay Okocha! Tıpkı geçen sene Frankfurt’ta tanık olduğumuz üçlünün bir başka versiyonu doksanların Alman futbolunu kasıp kavuruyordu. Kadro hiç bir zaman oynanan oyunu şampiyonluğa taşıyamasa da her sene konumunu ilk üçün arasında sokuyordu. Ta ki seneler, çok sonraları “Kara Sene” olarak adlandıran 1997’ye gelindiğinde: Dönemin hocası Jupp Heynckes önderliğinde kaldığı yerden devam eden Eintracht, Heynckes’in mahvettiği ve seneler boyunca bir daha düzelemeyecek bir dönemi yaratmıştı. Zira idmana geç kaldığı için Okocha ve Yeboah’ı önce kadro dışı bırakmış, ardından aynı cezayı hiç bir zaman öğrenemeyeceğimiz nedenlerden ötürü Gaudino’ya da uygulamıştı. 90’ların Eintracht efsaneleri bir anda kendilerine kulüp bulmaya çalıştı: Okocha Fenerbahçe’ye, Yeboah Leeds United’a, Gaudino da bir kaç gün arayla hemen FC Basel’a transfer olmuştu. Takımın ana damarlarını kesen Heynckes, bu yetmezmiş gibi kendi de takımdan ayrıldı ve sezon sonunda takım mali bir krizle boğuştu. Kaçınılmaz son, 1997 Mayıs’ında gerçekleşti ve Eintracht tarihinde ilk defa 2.Bundesliga’ya düştü. Koltuklar yakıldı, sahaya girildi, yönetim protesto edildi ama işler hiç bir zaman eskisi gibi olmadı. Ne zaman ki 2015 senesinin bir baharında takımın kapısını çalan
Fredi Bobic gelene kadar.
90’ların en önemli forvetlerinden biri olan Bobic, Stuttgart senelerinden Eintracht’ın ne kadar baş ağrısı bir takım olduğunu biliyor olsa gerek, bu durumu değiştiren ilk adam oldu. Luka Jovic’i Benfica mutsuzluğundan kurtarıp Frankfurt şehrine getiren, Rebic’e “Biraz daha kal, elbet İtalya’ya gideceksin” diye ikna eden, Trapp, Hinteregger ve Kostic’in bonservislerini de takıma kazandıran kendisidir.
Nokta atışı transferler ve doğru bir mali yönetimi beraberinde takıma sportif başarıyı da getirdi. Elbette ki amaç sadece iyi bir sezon geçirmek değil, şehrin de aşina olduğu, 80’lerde ve 90’larda bilinen takımı (o zamanların taraftarları şimdi evli ve çocuklu ve maçlara çocuklarıyla geliyorlar) geri getirmekti.
Jovic-Rebic-Haller üçlüsü artık Eintracht’ta oynamıyor ancak bu durum 90’larda takımdan ayrılan üçlüden çok farklı bir durumda. Yerine gelen Bas Dost ve Andre Silva şimdiye kadar bekleneni vermiş durumda. Bununla birlikte, takımın özgüveni her sene bir öncekine göre artıyor. Taraftarın muazzam desteği ve inancı da tam olarak “eskiye dönüş” anlayışının bir uzantısı olarak tezahür ediyor. Yapılacak daha çok iş var ve bir değerlendirme yapmak için henüz çok erken. Ancak herkesi heyecanlandıran Eintracht Frankfurt sadece Bundesliga’da değil, Avrupa’da da kendini göstermek istiyor. Her sene daha fazlasını isteyen takım sportif başarının sadece bir-iki oyuncusundan ibaret olmadığını göstermekle birlikte, takım oyununun ne kadar önemli olduğunu futbolseverlere kanıtlamış durumda. Heyecanlı günler bizi bekliyor.
Yorumlar